9 Şubat 2016 Salı

Text Size : [+] | [-]
LALE DEVRİ ÇOCUKLARIYIZ BİZ;
Bugünün anne-babaları gibi değildi ebeveynlerimiz... 
Her isteğimizi yerine getirmezlerdi. 
Bez bebekler ya da basit oyuncak arabalarla oynayarak geçti çocukluğumuz.
Araba geçmeyen sokaklarda 'istop' oynadık annemiz çağırana kadar. 
Genç kızlığa ya da delikanlılığa adım attığımızda ispanyol paça pantolonlar giydik. 
Önce 'kesiştik' sonra 'çıktık' 
Pastanede elele tutuşmak heyecan vericiydi ama çok da utanılacak bir şeydi... Ödümüz kopardı birileri görecek diye:)
Lise yıllarında ya sağcı olduk ya da solcu...
Masum eylemler yaptık.
Kimimiz jop yedi polisten tıpkı benim gibi...
Kimimiz daha ağır ödedi vatanını sevmenin bedelini.
Lisede öğretmenlerimiz 'hocam'dı artık...
Bugünün öğrencileri gibi 'hocaa' diyemezdik onlara.
Tıpkı anne-babalarımız gibi bir bakışları yeterdi.
Okulu 'kırmadık' astık.
Lunaparkta dönme-dolaba binerek geçirdik o özgür saatleri.
İdeallerimiz vardı...
Kimimiz, böyle bir talebi olmayan halkımızı kurtarmaya soyundu, kimimiz düzenin aynen sürmesini savundu...
Üniversiteye geldiğimizde 'kurtarılmış bölgeler' vardı artık...
Kimimizin anne-babası 'anarşik eylemler' yüzünden okuldan aldı çocuğunu.
12 Eylül darbesi gençliğimizin sonu oldu...
Olgunlaştık hepimiz.
Yerimizi 'Özal devri çocukları'na bıraktık.

___ Birhan Eroğlu ___
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Ben deli bir kadınım.
Hep olmazlardadır aklım.
Bakmadan su gibi akıp giden yıllara...
Yaşlanmam, meydan okurum zamana.

Ben deli bir kadınım.
Hep olmazlardadır aklım.
Kör bir inatla inanırım umuda...
Düşerim, düştüğüm uçurumun kıyısından tutunurum hayata.

Ben deli bir kadınım.
Hep olmazlardadır aklım.
Gün gelir, ellerimle örerim etrafımdaki duvarı...
Gün gelir, bir pire için yakarım ısındığım yorganı.
Aşk dersen...
Hep aynı...
Onyedi yaşımın heyecanı.

Dedim ya;
Ben deli bir kadınım.
Kimseyle ilgisi olmaz yaşadığımın.
Mutluluğumu da mutsuzluğumu da, kendim yaratırım.

__ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Ne zaman bir Birhan Keskin okusam…
Alt alta dizdiğim sözcüklerden utanırım.
Diyeceğim o ki;
Ben şair değilim sevgilim…
Yazdıklarım, benim sen hallerim.

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
PERA AŞIKLARI...

Biraz önce bir adam geçti sokaktan… Elinde bir demet gül.
Saklama telaşında değil elindeki çiçeği… Irkının sonuncusu… Nasıl da gururlu. .. 
Sevdiceğine verecek besbelli.
Balkonum çiçekleniyor sanki ben onu görünce… Uzun uzun bakıyorum ardından…
İnsana dair umudum tazeleniyor. Aşk ‘gibi’likten çıkıyor birden...
Somutlaşıyor… Gözümle görüyor, elimle tutuyorum.
Sözcükler sıraya giriyor kendiliğinden… Şiir oluyor.
Aşk şiiri oluyor, bir adamın bir kadına aşkını anlatıyor;

Adamın yüzü, gözleri, elleri gülüyor güzel gözlü çingeneden o çiçeği alırken.
Dudaklarında bir ıslık; Seni beklerim öptüğüm yerde. .. Onu beklemeye gidiyor.
Bekletmiyor sevdiceği… Köşe başında buluşuyorlar.
Gülleri uzatiyor sevdiğine… Güller açıyor sevdiğinin yüzünde.
Pera diyorlar hala Beyoğlu’na… Eski bir yüzyıldan gelmiş gibiler.

Pera’daki o eski muhallebicide tutuyor elini adam, sevdiği kadının. Kadının yüzü al al, tıpkı o güller gibi.
Her sözcükleri yalın, her sözcükleri gerçek. Fısıldayarak konuşuyorlar. Biliyorlar, fısıltı yakışıyor sevgi sözcüklerine…

İstiklal caddesi eğiliyor aşklarının önünde… Beyoğlu Beyoğlu olmaktan çıkıyor… Pera oluyor.
Öyle sahi seviyorlar ki birbirlerini…Yalan, yalanlığından utanıyor.
Sen ve ben kalkıyor masadan… Biz kalıyor… Salt aşk oluyorlar…
Eski bir kadının onlar için yazdığı şiirden habersiz... Şiir oluyorlar.

__ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Umutların tükendiği bir yerde...
Mucizelere inanmadığım bir zamandayken.
Güneş ısıtmaz, yıldızlar göz kırpmazken.
Şiir sevmez, şarkılardan fal tutmazken.
Gülüşlerim hazan, sözcüklerim yalanken.
Sevmeler uzak, aşk kalleş bir tuzakken.
Yani ben, anlamsızken.
Yani ben, eksik...
Yani ben, mutsuzken.
Aniden...
Sen!

___ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Beklemenin son durağındayım.
Bir adım sonrası, sensizliği kabulleniş.
Asi yanım uykuda şimdi.
Tevekkülü öğrenmenin sonsuz huzurunda...
Yeniden başlamanın umudundayım.
Ya sen, sen nasılsın peki?
'Aşkta yarın yoktur' diyen şaire inandın mı şimdi?

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Hiçbir aşk sonsuz değil madem.
Gitsen de ağlamayacağım.
Aşk bittiğinde…
Kelebekler ölecek içimde.
Ve ben, o zaman…
En güzel ayrılık şiirini yazacağım.
Ne sitem ne ah ne gözyaşı ardından...
Seni nasıl sevdiysem, öyle güzel anacağım.

__ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Onca duaya, tuttuğum altın olmadı hiç.
Taşa can vermedi hiçbir tanrı.
Ağlarken de yalnızdım ben, hayata meydan okurken de.
Üşüdüm, pire için yaktığım yorganları aradım.
Isındığım da oldu, yangına döndürdüğüm kıvılcımlarda.
Zulama attım okyanus gibi yürekleri...
Suyunda boğuldum bazı sığ denizlerin.
Bir şiire kandım bazen.
Yeri geldi masallara inandım.
Bile isteye yaşadığım yalanlar...
Hayatın ta kendisiydi, sonra anladım.

__ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Bir yola yakışır belki.
Belki bir istasyona...
Bir kente...
Ya da bir dağ başına.
Ama...
Tenhalık insana yakışmaz sevgilim.
Susma.

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Dünya kötü olabilir ama sen iyi insan olduğunda kendi dünyanı güzelleştirirsin. 
Bu, çevrene yayılır, saçtığın enerji sana iyilik olarak döner. 
Nedir iyilik biliyor musun?... Sevmektir. 
Sevmekten, bunu dile getirmekten ve göstermekten korkanlarla dolu dünya… Sen onlardan olma sakın. 
Herkesi sev demiyorum… Hak eden herkesi sev. 
İçindeki sevgi, sözlerine ve davranışlarına yansısın. 
Sevgiye ihtiyacı olanları daha çok sev.
Şefkat her yarayı iyileştirir biliyorsun… Şefkatli ol.

_ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
İçimdeki bu umut... 
Bu sil baştan duygusu...
Bu her dem bahar kokusu...
Renklerin bile başını döndürürdü de...
Ala bir kuşak sarıverirdi ömrümü.
Ömrüm ki...
Sana biçtiğim kaftandı.
Hatırladın mı?

__ Birhan Eroğlu __
Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Seni unutmamamın seninle ilgisi yok.
Bu kadar sevip, sonra unutmak, aşka ayıp.

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Elbette sevilmişsindir.
Elbette söylenmiştir daha önce de.
Ama ben;
Birbirine benzeyen... 
Ve her arıya bal veren binlerce çiçek arasında...
Ayrıksı otu olmanın farkıyla, sesleniyorum sana;
Seni seviyorum.

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Ve dedim ki sonra;
Seni anlamayana bir dolu cümle kurmak, seni susarken bile anlayana haksızlık.

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Ve anlıyorsun sonunda; 
Olduğun gibiysen eğer...
Olmamışların gönlünde barınamıyorsun.

__ Birhan Eroğlu __ Tweet This
Text Size : [+] | [-]
Sevince güzel sevmelisin arkadaş.
Siyah beyaza durmalı...
Mevsim bahara vurmalı.
Olur ya, gidersen bile...
İncitmeden gitmeli...
Vebal değil...
Gül kokusu bırakmalısın...
Sevgilinin boynunda.
__ Birhan Eroğlu __
Tweet This

10 Mayıs 2015 Pazar

Annem'in hikayesi...

Text Size : [+] | [-]
Güneydoğu illerinden birinde doğduğunda, aynı babadan üç ağabeyi, aynı anneden bir ablası vardı. Aynı anne-babadan olacak tek kardeşi ise, bir buçuk yıl sonra gelecekti dünyaya. Muhtar olan babası, çok içen, çok sızan, çok az konuşan, hiç kızmayan, kavga bilmeyen, kendi halinde bir adamdı. Hastalığını da kendi kendine yaşadı. Doktora gitmediği için teşhis konamadı ama sonradan söylenenlere göre sirozdan, henüz 40'lı yaşlarındayken göçüp gitti bu dünyadan.

Altı yaşındaydı babasız kaldığında. Ama ilk travması değildi bu onun. Bir yıl önce ağabeylerinden biri, en yakışıklı, en iyi kalpli olanı (hep öyle olmaz mı zaten?) evli bir kadına aşık olmuş, sonra da bu imkansız aşkın acısıyla intihar etmişti. Aslında bu olaydı babasının ölüme giden yolunu kısaltan. Oğlunun intiharından sonra daha çok içip daha az konuşmaya başladı. Babasının kendisini ve kız kardeşini çok sevdiğini biliyordu ama artık babası onların bile yüzüne bakmıyordu neredeyse. Sabah erkenden işe gidiyor, gece geç saatlerde hep sarhoş geliyor ve sızıp kalıyordu. Öldüğünde, herkes onun da tıpkı oğlu gibi intiharı seçtiğini, ama bunu dolaylı yoldan yaptığını konuştu.

Artık babanın sessiz sevecenliği, sessiz şefkatinin yerini amcanın otoriter, hatta bazen sert himayesi almıştı. O yaşlarına ilişkin en önemli figürler; Çok gezen bir anne, sert, hatta korku veren bir amca ve sevgili kız kardeşiydi. Annesinin sık sık söylediği gibi 'babasına' çekmiş'ti o... Sessiz, içine kapanık, kendi halinde. Oysa kız kardeşi tam tersiydi onun. Oturdukları sokakta camını kırmadığı ev kalmamış, bu yüzden her gün dayak yese de hiç vazgeçmemişti haylazlıklarından.
 
Yedi yaşına geldiğinde okul yerine Kur'an kursuna yazdırıldı. Amca söyledi son sözü: 'Kız çocukları okula gitmez'di. Her zamanki gibi o hiç sesini çıkartmadan boyun eğerken, kız kardeşi isyan etti bu duruma. Bir yıl sonra onun da okul çağı geldiğinde öğretmenle işbirliği yapıp amcasından gizli okula gidip-geldi ve bitirdi ilkokulu. Amcası öğrendiğinde ise, artık çok geçti.Yaşamı Kur'an kursuyla evin avlusu, bazen de -anne ya da amca izin verirse- sokakta oynayarak geçti. Zaten on yaşına geldiğinde ev işleri çok vaktini alır olmuştu. Sadece annesine değil yengesine de yardım etmek zorundaydı. Oysa yaşıtı olan kuzenleri 'henüz küçüktü iş yapmak için'(!) 

Kaderine razı olmayan kız kardeşi ise  okula gidiyor, arkadaşlarıyla vakit geçiriyor, yani çocukluğunu yaşıyordu. Genç kızlığını yaşarken de sıradışı davrandı kardeşi. Bütün kızların yapması gerektiği gibi yapmadı… Görücü usulü evlenmedi yani. Orada askerliğini yapan uzun boylu, yeşil gözlü, kumral delikanlıya aşık oldu ve bekledi onu. Askerlik biter-bitmez de elele verip kaçtılar. Büyük şehirde evlendi onunla... Çocukları oldu. Ama ailesi çok sonra, yıllar sonra affetti onu.

Bu arada ağabeyleri büyümüş amcanın baskısı azalmıştı. Artık özellikle büyük ağabeyi babayı aratmamaya çalışıyordu kardeşlerine. Sonradan müdürü olacağı bankada çalışıyor, ailesine kol-kanat geriyordu. Çocuklarını küçük yaşlarda görücü usulüyle evlendiren amcasına kızıyor, kardeşi için gelmek isteyen görücüleri, 'O henüz küçük' diyerek geri çeviriyordu. Ama kardeşi 16 yaşına geldiğinde, arkadaşı olan ve çok sevip, çok saydığı dostuna, 'O henüz küçük' diyemedi.

Ağabeyinin arkadaşı olan ve '.... abi' diye hitap ettiği yakışıklı genç adamın kendisiyle evlenmek istediğini duyduğunda yüzü kızardı. Hem sevinçten hem gururdan. Müstakbel kocası çok iyi bir aileden gelen, İstanbul'da okumuş, yakışıklı ve kültürlü biriydi. Kızlarını onunla evlendirmek isteyen aileler bunu duyunca dudak bükseler de, o, onun tarafından seçilmenin gururuyla abisine, 'Gelsinler' dedi. 

Her şey o kadar çabuk oldu ki. Söz, nişan, nikah derken, birkaç ay içinde hayatı tamamen değişti. Evlendiklerinin ertesi günü kocasının kolunda o Güneydoğu ilinin küçük kasabasından ayrıldı. Bu, orayı son görüşüydü. Sonra ne mi yaptı o içine kapanık küçük kız. Eşinin işi dolayısıyla hep büyük şehirlerde yaşadı. Bir beyefendi olan kocası onu da bir hanımefendi yaptı. Sonra mı? Sonra da anne oldu. Benim ve üç kız kardeşimin annesi:)
Tweet This

3 Mart 2012 Cumartesi

Köşe yazılarım - 2

Text Size : [+] | [-]
Bir çirkin insan; Engin Ardıç...

     Ayşe Önal; Birlikte çalıştığım Genel Yayın Yönetmenlerinin en değerlisi idi. İyi bir gazeteci ama daha önemlisi, iyi bir insandı. Kapısı hep ardına kadar açık, tüm çalışanların serbestçe girebildiği bir odası olan, benim gördüğüm tek genel yayın yönetmeniydi. Olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan nadir insanlardandı. Karşısındaki çaycı da olsa cumhurbaşkanı da olsa aynı 'insan' tavrını sergilerdi. Hala da öyle.

     1994-1995 yıllarında, Nokta Dergisi'nde birlikte çalışma şansına sahip olduğum ve bundan gurur duyduğum Ayşe Önal, şimdi CHP milletvekili olan Şafak Pavey'in annesi. Şafak, dergi'ye annesini ziyarete geldiği günler büroya bahar havası getirirdi sanki. Çok güzel, pırıl pırıl bir gençkızdı.

     Ayşe Önal'la yollarımızın ayrılmasından kısa bir süre sonra Şafak Pavey'in kaza haberini duydum; Londra'da tekerlekli sandalyedeki bir arkadaşını trene bindirmeye çalışırken trenin altına düşmüş ve sol kolu ile sol bacağını kaybetmişti. Ama bu kaza da, İngiliz eşinin, ''ben ona hep acıyarak bakacağım ve Şafak da çok zeki olduğu için bunu anlayacak'' gibi saçma bir bahaneyle onu terketmesi de yaşama sevincini yoketmedi. Öyle ki, bu sağlam duruşu ile Zürih Üniversitesi Hastanesi'nde tez konusu bile oldu.

     O hep 'aktif bir dünya vatandaşı' olarak yaşadı. Eğitimini London School of Economics'te tamamladıktan sonra, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nde çalışmaya başladı. Engelliler, azınlıklar, çocuklar, şiddete uğrayan kadınlar, mülteciler, işkence mağdurları hep ilgi alanı oldu ve hep onlar için mücadele etti. Bu özelliği ile, Deniz Gezmiş'in de kuzeni olan annesine çok benziyordu.

     Annesiyle birlikte yazdıkları '13 Numaralı Peron / Acı Yalnızdır' isimli kitaptan sonra, 'Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir' adıyla bir kitap daha yazdı Şafak Pavey. Kendi gökyüzü ve cebindeki umutlarla döndü ülkesine... Önce fiziksel sonra da psikolojik şiddete uğrayacağını bilmeden!

     İsveçli bir medya grubuyla yaptığı kadına şiddet konulu toplantıdan sonra o akşam Beyoğlu'nda fiziksel şiddete uğradı... Protez bacağı kırıldı... Ama mahkeme, kırılan bacağı, vücudunun bir parçası saymadığı için zarar görmediğine karar verip saldırganı serbest bıraktı!

     Geçtiğimiz Çarşamba günü de bir başka 'saldırgan'ın psikolojik şiddetine uğradı Şafak Pavey. Bir çirkin insan, kötü gazeteci Engin Ardıç, 'Yeni Taksim Projesi'ne karşı çıkanlar için yazdığı yazıda aynen şöyle dedi: ''Bunlar, gündemden düşmüş isimler. Artık '12 Eylül' filmleri ile de ilgi uyandırmıyorlar, yaptıkları 'kıl müziği' ile de... Tövbe, 'hem özürlü hem CHP'li' olduğu için amigo basının çok sevdiği Şafak Pavey hanım kızımız hariç''.

     Ne şimdi bu?... Neye sığar bu cümle?... Gazetecilik ya da yazarlık mı şimdi bu?... Başbakan'a yakın gazetede yazdığı için muhalefet olsun diye mi?... Muhalefet yapmanın da bir edebi yok mudur... Bir 'insan' nasıl olur da böylesine çıkabilir insanlıktan! Bu 'edepsizlik' yapılırken hiç mi düşünülmez herkesin bir engelli adayı olduğu?... Ama Engin Ardıç'ın ilk çirkinliği değil bu... O böyle yaşıyor ve başkalarının canını acıtarak besleniyor. Daha doğrusu 'acıttığını' düşünüyor. Oysa onu tanıyanlar artık onun yazdığı hiçbir şeyi kaale almıyorlar. Tıpkı Şafak Pavey gibi; ''Bu yazının üzerinde hiç durmadım. Hatta bunları iltifat olarak kabul ediyorum. Hem engelli hem CHP'li olmaktan gurur duyuyorum''.
Tweet This

Köşe yazılarım - 1

Text Size : [+] | [-]
Sayfa, cilt, hane no: Yok! 
 
     Çok canımı yakan bir sahneydi; Karla karışık yağmurun yağdığı çok soğuk bir gün... Direksiyondayım... Radyoda en sevdiğim şarkı çalıyor, ben de eşlik ediyorum usulca. Yani keyfim yerinde... Ta ki, onu görene kadar! En fazla 10 yaşında... Sokağın köşesindeki çöp bidonunu açmış, bir yandan karıştırıyor bir yandan da ağlıyor... Islandığının farkında değil... Gözyaşları yağmurla yarışıyor gibi... Sesini duymuyorum ama hıçkıra hıçkıra ağladığı öyle belli ki. Paltolarına sıkı sıkı sarılmış insanlar telaşlı adımlarla geçip gidiyorlar önünden. Kimse farkında değil... Olsalar birşey değişecek mi?! Bir dakika sürmedi o an. Işığın yeşile dönmesiyle hareket etmek zorunda kaldım. Gözlerime dolan yaşlar önümü görmemi engellemeye başladığında kendime geldim. 
     Haberlerde, bu millete çok yakıştığını düşündüğüm Başbakan'ı izlerken o sahne yeniden canlanıyor gözlerimin önünde. ''Dindar gençlik yetiştirmeyelim de, tinerci gençlik mi yetiştirelim?'' diye bağırıyor kürsüden her zamanki gibi. Benim yüzüm kızarıyor o bunları söylerken... Ne diyor Anayasa'nın 61. maddesi; ''Devlet, korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması için her türlü tedbiri alır''. Tedbiri almasından umudu kestik de bu 'aşağılama' neyin nesi... Koskoca (!) devlete yakıştı mı şimdi koruyamadığı çocuklarını aşağılamak?!...
     Sonra o tinerci çocuklardan biri ekrandan cevap veriyor Başbakan'a; ''Biz sokaklarda aç-susuz kalırken, yanımızda dindarlar yoktu... Allah vardı'' diyor. Bu kez daha çok sinirleniyor Başbakan ve yine bağırıyor bildik üslubuyla ''bu nasıl gazeteciliktir?'' diye. Yarın bir başkası çıkıp başka birşey söyleyecek... Diğeri ona cevap verecek ve bu polemik birkaç gün daha sürüp unutulacak. Ne değişecek peki bu arada?... Tabi ki hiçbir şey değişmeyecek ve ''sokak çocukları'' bu ülkenin kanayan yarası olmaya devam ederken, ülkeyi yönetenler (!) kendi yaraları kanarken başkalarının yaralarının derdine düşecekler! 
     Sokak çocuklarını topluma kazandırmak adına yıllardır proje üretilir bu ülkede. İş uygulamaya gelince de parasızlıktan sözedilir. 12 yıldır iktidarda olanların her fırsatta belirttiği gibi, ekonomi her geçen gün iyiye gidiyorsa eğer, bu çocukların payına neden hiçbir şey düşmüyor bu ekonomiden? Çünkü, onlar köprü altlarının ne denli soğuk ve karanlık olduğundan habersizler!... Çünkü, onların çok daha önemli (!) işleri ve kaybedecek çok şeyleri var. Oysa ''beni dövecek bir babam bile yok'' diyen ve sayfa, cilt, hane numaraları olmayan o çocukların kaybedecek hiçbir şeyleri yok ve bunu unutmak için tiner çekiyorlar!

Tweet This

21 Ocak 2011 Cuma

''Ben seni çok sevdim''!...

Text Size : [+] | [-]
    

 Çok küçüktü annesi gittiğinde... Neden gittiğini anlayamayacak kadar küçüktü. Veda bile edememişti annesine... Bu ayrılığı 6 yaşındaki bir çocuğa nasıl açıklayacağını bilemeyen babası onu gezmeye götürmüş ve o annesiz bir eve dönmüştü. Annesinin  izleriyle avunduğu o evde de fazla kalmadı. 6 ay sonra babası da gitti ve o, babaannesinin kalabalık evinde yaşamaya başladı.
 Halalarından biri eşinden ayrılıp kızıyla birlikte o eve yerleşene kadar herşey güzeldi. Babaannesi, halaları ve amcaları onu şımartıyor, ne isterse yapıyorlardı. Ama ondan bir yaş küçük kuzeni geldiğinde herkesin ilgisi ona yöneldi. İlgiyi tekrar üzerine çekmek için çocuk aklıyla bulduğu tek yol yaramazlıktı. Kuzenine gösterilen ilgiyi kıskansa da, ev halkını bezdiren yaramazlıklarının asıl nedeni içindeki anne-baba özlemiydi. Anneannede kalan ablasını hafta sonları görebiliyor ve onunla birlikte olmak bu özlemini bir nebze olsun azaltıyordu.
     Hasretle geçen 5 yılın sonunda kavuştu anne-babasına.Uzun bir süre anne ve babasının bu yabancı ülkede kurdukları düzene ayak uydurmaya çalıştı. Yeni bir okulu, yeni arkadaşları, yeni bir çevresi vardı artık. 11 yaşındaki bir çocuğun tamamen farklı bir yaşama uyum sağlaması kolay olmasa da, ailesiyle birlikte olması yetiyordu ona. Yeniden bir aile olmuşlardı ama bilinçaltındaki ''neden gittiler ve biz neden 5 yıl boyunca aile özlemi çektik?'' sorusunun mutluluğunu gölgelemesine de engel olamıyordu. Bu sorunun cevabını 2 yıl sonra annesi verdi... 13 yaşına gelen kızının artık bunu anlayabileceğini düşünüyordu;
     7 çocuklu yoksul bir aileden gelen babası annesini istediğinde annesi henüz 17 yaşındaydı... Bu evliliğe ailesi şiddetle karşı çıkınca kaçmışlar ama yakalanınca da babası hapise girmişti. Annesi, aylarca yalvararak ve ağlayarak ailesini ikna etmeye çalışmış, sonunda da başarmıştı. Evlilikleri, maddi durumlarının düzelmesine kadar yolunda gitmiş ama babasının kazandığı parayı gece hayatında ve kumarda tüketmeye başlamasıyla birlikte endişe verici bir hal almıştı. Annesinin baskısıyla önce yatırım yapan babası, kumarda kaybettikçe bu yatırımları tek tek elden çıkartıyor, kazandığı ve harcadığı paranın hesabını bilmiyordu.
     Annesine, o yabancı ülkeye gidip, babasını bu dağınık yaşamından kurtarma fikrini veren, daha önce oraya yerleşmiş olan teyzesiydi. Tamamen farklı bir ortamda kocasının değişeceğini ve yeni bir hayata başlayacaklarını düşünen annesi, hemen başvurusunu yapmış, hemen kabul edilmiş ve gerçekten de önce yalnız gittiği bu ülkede yeni bir hayat kurmuştu. ''Orada neyle karşılaşacağımı bilmiyordum... Bu yüzden de sizi götüremezdim.Senin ve ablanın mutlu olacağı ortamı sağlamak 5 yılımıza maloldu ama buna değdiğini düşünüyorum. Şimdi yeniden bir aile oldukve sizi rahat şartlarda büyüteceğimi bilmenin huzuru var içimde' diyen annesi sözlerini bitirdiğinde, beynini kemiren ve onu rahatsız eden bütün sorulardan kurtulmuştu.
     7 yıl sonra döndüler ülkelerine... 18 yaşında, Avrupa kültürüyle yetişmiş, sarışın, renkli gözlü çok güzel bir genç kızdı artık. Doğduğu ve küçük bir çocuk olarak ayrıldığı kasabaya güzel bir genç kız olarak döndüğünde görücüler kapılarını aşındırsa da o hepsini geri çevirdi. Çünkü, o, Avrupa kültürüyle büyümüştü ve onun kültüründe görücü usulüyle evlenmek yoktu. Aslında en büyük isteği, çalışmak ve kendi ayaklarının üzerinde durmaktı ama ona da babası izin vermedi. Kasabanın en büyük otelini açan babası, ''senin çalışmaya ihtiyacın yok... Ben kimseye, 'kızını çalıştırıyor' dedirtmem'' diyerek kestirip atmış ve bu konuyu bir daha da açtırmamıştı. Bu arada ablasının evlenmesi monoton yaşamına biraz renk katmıştı ama bu evliliğin hayatını nasıl değiştireceğini bilmiyordu henüz!
     Çocukluk aşkıyla evlenen ablasının mutlu evliliği, bir yandan evliliği cidi ciddi düşünmesine neden olmuş bir yandan da aşık olmadan evlenmeme kararını pekiştirmişti. ''İşte bu benim evleneceğim adam'' diyebileceği birisiyle karşılaşmadan evlenmemeye bir kez daha söz verdi kendine. O adam, kardeşi evlendikten çok kısa bir süre sonra çıktı karşısına;
     Kardeşine yaptığı ziyaretlerden birinde, asansörün kapısında karşılaştı onunla. Genç adamı görür görmez, yanında, kendi yaşıtı olduğunu tahmin ettiği güzel bir kız  olmasına rağmen, ''İşte evleneceğim adam böyle biri olmalı'' diye düşünmeden edemedi. Asansörde her ikisinin parmaklarında yüzük ararken yakaladı kendini ve göremeyince hafifçe gülümsedi. Aynı katta indiler asansörden... Karşılıklı dairelerin kapısını çaldılar... Kapıyı açan ablası, karşı kapıyı açan orta yaşlı güzel ve zarif kadınla samimi bir şekilde konuşmaya başladı.
     Tanıştırılırken, tokalaşmak için uzattığı elini uzunca bir süre bırakmayan ve kapılar kapanana kadar gözlerini ondan ayırmayan genç adam, ablasının komşusunun oğlu, o genç kızın da ağabeyi idi. Bunu öğrenmek içini rahatlatmış, ablasına ardı ardına sorular sormaya başlamıştı. Kızkardeşinin heyecanını farkeden ablası, onu daha fazla merakta bırakmadı ve anlattı komşusuyla ilgili ne biliyorsa; Köklü ve zengin bir ailenin üç çocuğundan biriydi genç adam. Doktora için gittiği yurtdışından yeni dönmüştü ve aile şirketlerinin büyük bir şehirdeki şubesinin başına geçmeye hazırlanıyordu.
     Sürekli genç adamı düşündüğü birkaç günden sonra ablasından gelen telefon bütün hayatını değiştirdi. Ablası ve eniştesini yemeğe davet eden komşusu, onun da gelmesini istemiş, istemekle de kalmayıp ablasına onu da getirmeleri için ısrar etmişti.
     O akşam yemeğinden sonra herşey hızla gelişti. Ertesi gün buluştular ve genç adamın da, kendisini görür görmez, ''işte evleneceğim kız bu'' dediğini öğrendi.  Genç adamın işlerinden fırsat buldukça görüşebildikleri yaklaşık iki aylık bir flört döneminin hemen ardından nişanlandılar ve üç ay sonra görkemli bir düğünle evlendiler. Bu beş ay içinde çok az görüşmüşler, birbirlerini tanımaya bile fırsat bulamamışlardı. Ama bu aralarındaki büyük aşkı  engellememişti... O kocasına, kocası da ona deli gibi aşıktı.
     Ama bu büyük aşk bile bir süre sonra gerçeği görmesini engellemedi. Düğün gecesi eşinin çok fazla içmesi dikkatini çekse de ''bu gece içmeyecek de ne zaman içecek'' diyerek önemsememiş, gerdek gecesi sızmasını bile normal karşılamıştı. Kocasının içmeye sabahtan başladığını farkettiğinde henüz 10 günlük evliydiler... İlk dayağını yediğinde ise, 20 gün olmuştu evleneli. Askılı bluzle balkona çıktığı için yediği ilk dayaktan birkaç saat sonra kocası pişman olmuş, özür dileyip onu affetmesi için yalvarmıştı. Bu hep böyle devam etti... Önce dövüyor sonra da büyük jestler yaparak özür diliyordu. O ise, her dayaktan sonra kendini aşağılanmış hissediyor, ''bana bunu yapmasına bir daha izin vermeyeceğim'' diyerek kendisine söz veriyor ama kocasına  duyduğu büyük aşk gitmesini engelliyordu.
     Kocası, hem bakımlı olmasını istediği hem de dışarı çıkmasına izin vermediği için kuaför (kadın olması şartıyla) eve geliyor, mağazalardan kocasının seçip getirdiği kıyafetleri giyiyordu. Ailesiyle görüşmesi yasaktı... Sadece ailesiyle değil hiç kimseyle görüşemiyor, adeta izole edilmiş bir hayat yaşıyordu. Kocasının tedaviyi reddeden bir alkolik olduğundan emindi artık. Herşeyi göze alıp onu terketmeye karar verdiğinde hamile olduğunu farketti.
     Bu çocuğun kocasını ve hayatlarını değiştirebileceği umuduyla doğurdu kızını ama hiçbir şey değişmedi. Alkolün ve şiddetin dozu artarak sürdü. Kocası artık pişmanlık da duymuyor özür de dilemiyordu. Alkol nedeniyle sağlıklı düşünemediği için şirkette de yanlış kararlar vererek zarara neden olmaya başlayınca ailesi tarafından işten de uzaklaştırıldı. Ondan ümidini tamamen kesen ailesi sadece maddi bakımdan yardımcı oluyor ama görüşmüyorlardı. Bu durum, kocasının daha da hırçınlaşmasına neden oldu. Evden hiç çıkmıyor, gece-gündüz sürekli içiyor ve her an bir bahane bularak şiddet uyguluyordu. Bir gün kızı kucağındayken yediği tokatla kızının yere düşüp başını çarpması bardağı taşıran son damla oldu. Kocasının sızmasını bekledi ve kızını da alarak evi terketti.
     Annesinin evine geldikten bir gün sonra kocasının kalp krizi geçirdiği ve hastaneye kaldırıldığı haberini aldı. Kızını annesine bırakarak hemen yola çıktı ve hastaneye gitti. Kocasını yatakta çaresiz bir şekilde yatarken gördüğünde içindeki öfke ve nefret yerini acıma duygusuna bıraktı.... Elini tutar tutmaz gözlerini açan kocası, ''yaklaş biraz'' diye fısıldadı. Elini sıkarak yaklaştı iyice... Belli belirsiz birşeyler söyleyen kocasının yüzüne eğilerek, ''yorma kendini'' dedi... O sırada içeri giren doktor, artık çıkmasını söylerken, kocasının, ''ben seni çok sevdim... beni affet'' diye fısıldadığını duydu. Bu, onun son sözleri oldu.
Tweet This

27 Aralık 2010 Pazartesi

''Tek suçlu benim''!...

Text Size : [+] | [-]
   Şanslı bir çocuk olarak geldi dünyaya... Şehrin tanınmış ve zengin ailelerinden birinin tek kızıydı. Anne ve babasının, ailelerinin ısrarıyla, bir iş ortaklığı gibi başlayan evlilikleri, zamanla mutlu bir yuvaya dönüşmüş, bunda onun doğumunun büyük payı olmuştu. Mutlu bir çocukluk geçirdi. Aile şirketini ülke çapında bir şirket haline getirmek için gece-gündüz çalışan babasıyla fazla vakit geçirememesini hiçbir zaman dert etmedi... Çünkü, o babasının onu çok sevdiğinden emindi... Üstelik annesi her zaman yanındaydı.
     Gençkızlığını da doya doya yaşadı... Geniş bir arkadaş çevresi ve ''biz kızımıza güveniyoruz'' diyerek onu özgür bırakan bir ailesi vardı. Liseyi bitirdiği gün 'işkadını' olmaya karar verdi... İşletme okuyacak, master yapacak ve zamanı geldiğinde de şirketlerin başına geçerek babasını dinlendirecekti.
     Kendisine ve ailesine verdiği sözlerin hepsini yerine getirdi. İşletme Fakültesi'ni iyi dereceyle bitirdi ve master yapmak üzere yurtdışına gitti. İki sene sonra master'ını iyi dereceyle bitirip evine döndüğünde 'işkadını' olmaya hazırdı artık. Hiç vakit kaybetmeden şirkette çalışmaya başladı. O kadar çok çalıştı ve şirkete o kadar çok emek verdi ki, 30 yaşında yönetim kuruluna girdiğinde, hiç kimse ''baba torpili'' diyemedi. Babasının, ülkeyi ayağa kaldıran ve kaza nedeninin asla bulunamadığı uçak kazasında hayatını kaybetmesiyle de yönetim kurulu başkanı oldu.
     İşkadınlığını öyle benimsemiş, kendisini şirkete ve çalışmaya öyle adamıştı ki, annesinin, artık evlenmesi gerektiği yolundaki imalarını, ''ben işimle evliyim ve gayet mutluyuz'' diyerek şakayla geçiştiriyordu. Bu düşüncesinin kısa bir süre sonra değişeceğini bilmiyordu henüz.
     Yeni çalışmaya başladıkları reklam ajansının sahibiyle toplantıları vardı o sabah. Toplantı olduğu günler yaptığı gibi yine şık bir tayyör giymiş, saçlarını ensesinde toplamıştı... Yakın gözlüğü ona daha da ciddi bir hava veriyor ama yine de güzelliği göz alıyordu. Reklam ajansının genç ve yakışıklı sahibi, medyadan tanıdığı, hakkında az-çok bilgi sahibi olduğu bu genç işkadınına elini uzattığında,  bu tanışmanın  hayatını değiştireceğini hissetmişti. Aslında o da genç adamla tokalaşırken heyecanlanmış ama her zamanki soğukkanlılığıyla hemen toparlamıştı kendisini.
     İş için yapılan görüşmeler giderek özel buluşmalara döndü. Davetlere birlikte katılmaya, her yerde birlikte görünmeye başladılar. Şirketin bir ürünü için yapılan reklam kampanyasının başarısını kutlamak amacıyla düzenlenen akşam yemeğinde de evleneceklerini açıkladılar. Yankıları günlerce süren görkemli bir düğünle evlendiklerinde 1 aylık hamileydi.
     6 ay sonra doğdu kızı... Erken doğmuştu ama son derece sağlıklıydı... Babası gibi yeşil gözlü,  annesi gibi beyaz tenli ve siyah saçlıydı. Kızını yetiştirirken annesini örnek almaya çalıştıysa da bunda çok başarılı olamadı. Çünkü, annesi kadar vakti yoktu kızına ayıracak. Eşiyle birlikte o kadar çok çalışıyorlardı ki, kızı büyürken, çok istemesine rağmen fazla yanında olamadı. Tıpkı kendi ailesi gibi kızlarına güvenerek özgür bıraktılar. Ama kızı ondan çok farklıydı... Onun bu güveni istismar ettiğini farkettiğinde artık çok geçti!
     Her istediği yapılan şımarık bir çocuk olarak büyüyen kızı, onun ve eşinin çabalarıyla, özel dersler aldırılarak zor bitirdi liseyi. Üniversite sınavına hazırlanması için kaydedildiği dershaneye uğramadı bile. Hiç hazırlanmadan girdiği sınavı kazanamadı. Artık geç saatlere kadar uyuyor, sonra dışarı çıkıp sabaha karşı eve dönüyor, onun ve eşinin uyarıları hiçbir işe yaramıyordu. Ceza yöntemini denemek de sorunu çözmedi... İkisi de kızlarına karşı o kadar zayıftı ki, onun boyunlarına sarılıp özür dilemesi herşeyi unutturuyor ve başa dönmelerine neden oluyordu.
     Dağınık yaşamından hiç vazgeçmedi kızı ve ikinci kez girdiği üniversite sınavını da kazanamadı. Artık haber vermeden bazı geceleri dışarıda geçiriyor, eve sabah ya da öğlene doğru geliyordu. Eşiyle birlikte tekrar konuşmayı denediler ama kızı, ''18 yaşımdayım... Bana karışamazsınız... İstersem hiç gelmem eve'' dedi ve dediğini de yaptı gerçekten. Karlı bir kış günü çıktığı evine dönmedi bir daha!...
     O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. O güçlü, soğukkanlı işkadını yoktu artık. Hayatında kendisini hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti. İçindeki yangın, kızından haber gelmeyen her dakika büyüyor, yine de kaybetmemeye çalıştığı umudu onu ayakta tutuyordu.
     Polisin ifadesine başvurduğu her arkadaşı kızının nasıl bir bataklığa sürüklendiğini ortaya çıkarttığında içindeki yangına vicdan azabı ve suçluluk duygusu da eklendi; Nasıl bu kadar duyarsız kalabilmişti kızının yaşamına? Nasıl bu kadar ihmal edebilmişti onu?... Kızının gözlerinin altındaki morlukların ve hızla kilo vermesinin sebebini neden araştırmamıştı? Onunla biraz daha ilgilense belki anlardı çok uzun süredir uyuşturucu kullandığını!...
     Kızının birçok arkadaşı uyuşturucu kullanmak ve satmak suçundan tutuklandı... Polis ve medya olayın peşini bırakmadı... En küçük ipucunu bile değerlendiren polis, 6 ay sonra verdi acı haberi; Kızının, henüz 19 yaşındaki dünya güzeli kızının, tek evladının cesedi bulunmuştu. Üstelik ülkesinden kilometrelerce uzakta bir gece kulübünün tuvaletinde... Ölüm sebebi belliydi; 'Yüksek dozda uyuşturucu'!!!...
     - Kızını kaybedeli sekiz yıl oldu ve o kendisini hiç affetmedi... İşkadınlığını anneliğe tercih ettiği için...-    
Tweet This

16 Aralık 2010 Perşembe

''Ben masumum''!...

Text Size : [+] | [-]
     Yoksul ama sevgi dolu bir ailenin beşinci çocuğu olarak geldi dünyaya. Babası iş buldukça inşaatlarda çalışıyor, annesi evlere temizliğe gidiyordu. Babasının ve ağabeylerinin elleriyle yaptıkları bir gecekonduda oturuyorlar, bazen o tek katlı gecekondunun elektrik ya da su parasını bile ödeyemiyorlardı. Kardeşleri de çalışıp eve para getirmeye başlayana kadar, ekmek bile almakta zorlandıkları günler oluyor, onları birbirlerine olan sevgileri ayakta tutuyordu. Onca yoksulluğa, geçim sıkıntısına karşın, evlerinde bir gün bile kavga-gürültü olduğunu hatırlamıyordu.
     Diğer kardeşleri gibi ortaokulu bitirdikten sonra okulu bırakmak zorunda kaldı. İki ablası tıpkı anneleri gibi temizliğe gidiyor, ağabeyleri de geçici işler yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Ablalarından biri evlenene kadar o çalışmadı... Onun görevi, annesi ve ablaları bütün gün evde olmadığı için evişlerini yapmaktı.
     Ablasının çalıştığı ev, ünlü bir giyim markasının sahibinin kızına aitti. Son bir yıldır ablası aynı evde çalışıyor, daha çok evin 8 ve 10 yaşındaki iki çocuğuyla ilgileniyordu. Evin genç, güzel ve kibirli sahibesinden hiç memnun değildi aslında ama maaşı yüksekti ve bu paraya ailesinin çok ihtiyacı vardı. Ablası,  evlenerek başka bir şehire gideceği için işten ayrılmak zorunda kaldığında,  patronu, güvenebileceği birisini tavsiye etmesini istedi ve ablasının aklına hemen o geldi.  
     O evde çalışmaya başlaması böyle oldu... Huysuz evsahibesi ile anlaşmak zor olsa da çocuklarla arası iyiydi. 6 ay sonra patronu, babasıyla konuşarak kızının yatılı kalması için izin istedi. Böylece hem maaşı artacak hem de yol parasından kurtulacaktı. Babası, onun da fikrini sorduktan sonra izin verdi. O da memnundu... Çünkü, çalıştığı lüks semtten oturdukları gecekondu semtine gidip-gelmek çok zordu. 18 yıllık hayatının o en kötü gecesine kadar 1.5 yıl yatılı olarak çalıştı o evde.
     O korkunç gece, bindirildiği şehirlerarası otobüsü polisin durdurmasıyla başladı. Patronu, yarıyıl tatili geldiğinde, çocukları uçakla anneannesine göndermiş, o da çocukların yanına gitmek üzere otobüse bindirilmişti. Evsahipleri bir uçak biletini bile ona çok görmüşlerdi.
     Onun otobüste olduğu saatlerde, bir davetten dönen patronu ve eşi lüks evlerinin soyulduğunu görmüş ve polise onu ihbar etmişlerdi. Polise verdikleri ifadeye göre, kendilerinden başka sadece onda anahtar vardı ve o bu anahtarı bir başkasına vererek evi soydurmuştu. Soygun o kadar büyük çaplıydı ki, polis bu ifadeye dayanarak hemen harekete geçti ve otobüsü durdurdu. Meraklı bakışlar altında otobüsten indirilerek polis arabasına bindirilirken utançtan hemen oracıkta ölmek istedi.
     Sorgusu günlerce sürdü. O ''ben yapmadım'' dedikçe, polisler, nüfuzlu patronlarının baskısıyla, işlemediği bir suçu üstlenmesini istediler. Günlerce gözaltında tutulduktan sonra mahkemeye sevkedildi... 'Delil yetersizliği' nden serbest kaldı ama gazetelerde yargısız infazı yapılmış ve ipi çekilmişti bile!
     Serbest kaldıktan iki gün sonra onun suçsuz olduğuna inanan iki polisin çabasıyla gerçek suçlular bulundu ama o bunu hiç öğrenemedi. Çünkü, eve döndüğü günün gecesi, bu utançla yaşayamayacağına karar verip, bir kutu hap içerek hayatına son verdi. Ailesinin, patronlarına ve gazetelere açtığı dava ise, aradan yıllar geçmesine rağmen hala sürüyor.  
Tweet This

11 Aralık 2010 Cumartesi

'Katil' ve 'maktul'...

Text Size : [+] | [-]
     Annesinin rahatsızlığı başka bir şehirde yaşayan ablasını ziyarete gittiklerinde başladı. Her gün karın ağrısıyla uyanan annesine doktor 'karın fıtığı' teşhisi koydu ve ''çok ilerlemiş, hemen ameliyat olması lazım.'' dedi. Ameliyatın, annesiyle birlikte yaşadığı büyükşehirde yapılmasına karar verdiler ve onları yalnız bırakmak istemeyen ablasıyla birlikte yola çıktılar.
     Şehrin önemli üniversite hastanelerinden birinden randevu alındı. Oradaki muayene sonucu da aynıydı; Annesinin acil olarak ameliyat olması gerekiyordu. O hastanenin ve o ameliyatın hayatını nasıl değiştireceğini bilmiyordu henüz. Sonuçta en fazla bir saat sürecek basit bir fıtık ameliyatı idi. 
     Öyle olmadı ama... Tam üç saat sonra açıldı ameliyathanenin kapısı. Genç cerrah yüzünde garip bir ifadeyle geldi yanlarına ve ''anneniz şu anda yoğun bakımda. lütfen odamda konuşalım'' dedi. Onun, ''bir terslik mi var doktor bey?'' sorusuna cerrahın verdiği cevap, endişelerini artırdı; ''Aslında ameliyat başarılı geçti. Anneniz fıtıktan kurtuldu ama çok daha ciddi bir sorunla karşı karşıyayız''.
     Ablası ve eniştesi ile birlikte girdiler odaya. Doktor üzgün bir ifade ile oturmaları için yer gösterirken, ''anlatacaklarımın sizi ne kadar üzeceğini biliyorum ama lütfen beni dinlerken sakin olmaya çalışın'' diyerek başladı sözlerine; Evet, başarılı bir fıtık ameliyatı idi ama uzun sürmesinin nedeni, ameliyatın sonunda, sıra dikişe geldiğinde farkettikleri  'tümörler'di. Operasyonun bu aşamasından sonra iki cerrah arkadaşı daha ameliyata katılmış, tümörlerin müdahele edilemeyecek bir bölgede olduğuna karar vermişlerdi. Anneleri, adı tıp dilinde, ''mezatoliama' olan 'karın zarı kanseri ''  ne yakalanmıştı. Çok tehlikeli bir kanser türüydü ve tedavisi yoktu. Hıçkırarak, ''annem henüz 55 yaşında doktor bey'' diye fısıldadı. Onların üzüntüsünü gören genç doktorun, annesinin en fazla altı ay yaşayabileceğini söylemekten vazgeçtiğini sonradan öğrendi.
     28 yıllık hayatının en zor, en acı dönemi başlamıştı. Moral çok önemli idi bu hastalıkta. Onun için hastalığını annesinden gizlemeye karar verdiler. Bu zor dönemde hep yanlarında olan genç doktorun da desteğiyle, kendisini giderek daha kötü ve güçsüz hisseden annesine, tedavisi mümkün olan başka bir hastalığı olduğunu ve yakında iyileşeceğini söylediler. Annesi buna kemoterapi tedavisi başlayana kadar inandı. Kemoterapiyle birlikte saçları dökülmeye başladığında hastalık hızla ilerledi. Çünkü, artık kanser olduğunu anlamış ve morali sıfırlanmıştı.
     Doktorun söylediği gibi altı ay sonra değil ama 11 ay sonra kaybetti annesini. Ablası evlenip başka bir şehire taşındıktan sonra annesiyle yaşadığı evde tek başına kalmıştı artık. Ameliyattan sonraki 11 ay boyunca onları hiç yalnız bırakmayan genç cerrahın kendisine karşı olan ilgisini, çok sonra, acısı hafiflemeye başladığında farketti.
     Doğum gününde, elinde bir buket çiçekle işyerine geldiğinde çok etkilendi ama onu sevmeye başlaması,  doğum gününü nerden bildiği sorusuna verdiği cevapla oldu; Annesinin hastanedeki ilk günlerinde ona moral olsun diye doğum gününü hastane odasında kutlamışlar ve genç doktor o tarihi unutmamıştı.
     Artık yalnız değildi... Birbirlerini tanımak ve evlenmeye karar vermek için bir yıl yetti onlara. Üç ay süren nişanlılık döneminden sonra sade bir nikahla evlendiler. Herkesin imrenerek baktığı, birbirini seven ve çok iyi anlaşan örnek bir çift oldular. Oğlunun doğumu onları birbirlerine daha çok bağladı. Hayatın onu, annesinin hastalığı ve ölümü nedeniyle çektiği acılara karşılık olarak eşi ve oğluyla ödüllendirdiğini düşündü hep.
     Oğlu 10 yaşına geldiğinde eşi, hastaneden ayrılıp muayenehane açtı. Artık çalışma saatleri belli değildi... Çok çalışıyor, çok yoruluyor ve ailesine daha az vakit ayırabiliyordu. Eşinin eve geç gelmelerini hiç sorun etmedi... Kocası mesleğini çok seven, başarılı bir doktordu ve o, bunu bilerek evlenmişti onunla. Eşi gece-gündüz çalışırken, onun emeklilik zamanı geldi. 12 yaşına gelen ve babasıyla çok az vakit geçirebilen oğluyla daha çok ilgilenebilmek emekli oldu ve iş hayatını bitirdi. Oysa, oğluyla geçireceği zaman yoktu artık!
     O gün Cumartesi olmasına rağmen eşi muayenehanedeydi.  Oğluyla sinemaya gitmeyi düşünürken, eşinin çok sevdiği kardeşi ve yine çok sevdiği karısı yemeğe davet etti. Oğlunun da yaşıtı olan kuzeniyle ne kadar iyi anlaştığını bildiğinden, sevinerek kabul etti daveti. Eşini arayarak işi bitince oraya gelmesini istedikten sonra oğluyla birlikte çıktı evden.
     Bağlı oldukları ilçenin emniyet müdürü olan kayınbiraderi ve eşiyle sohbet ederken oğlu da kuzeninin odasındaydı. Akşam eşi de geldikten sonra yemeğe oturulmak üzereyken, bir silah sesiyle irkildi hepsi. Ses, çocukların odasından gelmişti... Oğlunun ismini haykırarak önce o koştu odaya. Kapıyı açtığında gördüğü manzara, o geceden sonraki hayatı boyunca, her gece gördüğü bir kabus olarak çıktı karşısına; Oğlu, bir kan gölünün ortasında hareketsiz yatıyor, kuzeni elinde tabanca, dehşetle açılmış gözlerle ona bakıyordu.
     O andan itibaren hiç çıkamadığı karanlık bir tünele girdi. Oğlu, son nefesini, eşinin eski hastanesinde, annesini kaybettiği hastanede verdi. Ölüm haberini kocasından aldı... Oğlunun ölümüne neden olan kuzen, ağlayarak ve titreyerek anlattı olayı; Babasının tabancasını göstermek istemiş, boş sanmış, eli de tetiğe gidince ne olduğunu anlamamıştı. O da birşey anlamadı... Hiçbir şey anlayacak durumda değildi... Anladığı tek şey, bir kaza sonucu, birbirlerini kardeş gibi seven iki kuzenden biri 'katil', diğeri 'maktul' olmuştu... Ve tek evladı, herşeyi, oğlu yoktu artık.  
Tweet This

3 Aralık 2010 Cuma

''Doğum günüme gelir misiniz''?...

Text Size : [+] | [-]
     Annesi odasına girip, ''hadi bakalım kalk artık, okula geç kalacaksın'' dediğinde, okulun son günü olduğunu düşünüp neşeyle açtı gözlerini. Üstelik doğum günüydü o gün. ''Günaydın anneciğim'' deyip, kocaman bir ''iyi ki doğdun'' öpücüğü beklerken, annesi ''kahvaltı hazır, acele et'' diyerek çıktı odadan. Unutmuş muydu yoksa doğum gününü... Ama bu mümkün değildi. 12 yıldır hiç unutulmamış, adeta bir ''bayram'' gibi kutlanmıştı onun doğum günleri. Çünkü,  anne ve babası onu tam 15 yıl beklemiş ve ona kavuştukları günü, ''bayram'' ilan etmişlerdi.
     Hem üzgün hem de şaşkındı kahvaltıya oturduğunda... Annesi hala hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Babasını görünce gözleri parladı. O unutmazdı ''biricik kızı'nın doğum gününü. ''Eeee... bugün büyük gün... ne hissediyorsun?'' diye söze başlayan babasına gözleri parlayarak cevap vermeye hazırlanırken, babası, ''okulun son günü... tatil başlıyor... heyecanlı mısın?'' diye devam edince, onun da unuttuğunu düşündü. Babasının bunları söylerken, annesine göz kırptığını görmemişti.
     O sene okul üçüncüsü olmuştu. Karnesini ve takdirnamesini annesi ve babasıyla birlikte aldı. Ama onların doğum gününü unutmuş olmaları, bu mutluluğuna gölge düşürdü. Okuldan çıktıktan sonra, şehrin en ünlü oteline yemeğe gittiler. Nasıl da neşeliydi ikisi de. Onun ne kadar üzgün olduğunun farkında bile değillerdi. Yemeğin sonunda, babası, ''sana birşey göstermek istiyorum'' dedi ve onu ikinci kattaki balo salonuna götürdü. Salonda telaşlı bir çalışma vardı. Anne ve babasına soran gözlerle baktı. Onu kendine doğru çekip, elini omuzuna atan babası, ''neden bu telaş biliyor musun?'' dedi. ''Çünkü, bu akşam burda, okul üçüncüsü olan, anne ve babasının gözbebeği küçük bir kızın doğum günü kutlaması var''. O ünlü otelin balo salonundaki doğum günü kutlamaları o gün başladı ve o 18 yaşına gelene kadar her yıl tekrarlandı. O seneki doğum gününün, kutlanan son doğum günü olduğunu bilmiyordu henüz.
     18 yaşında onunla tanıştı... Onun ve annesinin şoförlüğünü yapmak için işe alınmıştı, çok yakışıklıydı ve kendisinden tam 18 yaş büyüktü. En yakın kız arkadaşının uyarılarını umursamadan herkesten gizli bir ilişki yaşamaya başladı. Öyle aşıktı ki, gözü hiçbir şey görmüyor, o ne derse onu yapıyordu. Yaklaşık altı ay sonra, sevgilisinin ısrarıyla anne ve babasına ilişkisini açıkladı ve evlenmek istediğini söyledi. Önce sakin bir şekilde bunun mümkün olmadığını anlatmaya çalışan babası, onun kararlı tutumu karşısında sertleşti..Sevgilisi işten kovuldu ve onun da uzun bir süre dışarı yalnız çıkması yasaklandı.
     Kabullenmiş görünüp, olayın unutulmasını beklerken, sevgilisiyle gizli gizli haberleşiyordu. Yasağı kalktığında tekrar buluşmaya başladılar ve bir gün genç adamın ''birlikte uzaklara gitme'' teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Her zamanki gibi o ne derse onu yaptı; Bankadaki parasını ve bütün mücevherlerini alarak çıktı evden ve sonunu bilmediği bir maceraya atıldı.
     Uzak, çok uzak bir şehire gittiler birlikte... Ailesinin ve polisin çabaları sonuç vermedi. Sürekli yer değiştirmeleri bulunmalarını zorlaştırıyordu. Gönüllü bir kaçaktı artık ve bundan hiç şikayetçi değildi. Önce bankadan çektiği para ardından da tek tek sattıkları mücevherler bitti. Parasızlık sevgilisinin gerçek yüzünü ortaya çıkarttı. Onu seviyormuş gibi görünmekten vazgeçmişti artık. Ailesinden para istemesini teklif ettiğinde şiddetle karşı çıktı ve ''ben artık onların yüzüne bakamam'' dedi. Aradan o kadar uzun bir süre geçmişti ki, anne ve babasının da onu aramaktan vazgeçtiklerini düşünüyordu artık. 
     Bir sabah yalnız uyandı. Sevgilisi bir not bile yazmadan terketmişti onu. Son zamanlarda sıklaşan epilepsi krizi o gün sokakta, iş ararken yakaladı onu. Gözlerini bir devlet hastanesinde açtı... Ağır bir krizdi. Üç gün sonra çıktı hastaneden. Bitkin bir halde eve geldiğinde evin boşaltılmış olduğunu gördü. Sevgilisi sadece bir yatak bırakmış bütün eşyaları almıştı o yokken. 
     Ertesi gün yine iş aramaya başladı. Farkında olmadan yapmaya başladığı dengesiz hareketler işe alınmasını engelliyordu. Boş bir evde, yalnız ve kendi kendine atlattığı epilepsi nöbetleriyle geçen bir ayın sonunda, kirayı ödeyemediği için evden de atıldı. Sağlıklı düşünemediği için ailesini aramak gelmedi aklına. 
  Gidecek hiçbir yeri ve kimsesi olmadığını düşünüyordu. Sokaklarda yaşamaya başladı. Kendi kendine konuşarak, giderek de bağırarak başlayan hastalığı kısa sürede ilerledi. Ne kim olduğunu ne de nerede olduğunu biliyordu artık. Küçük şehrin en büyük caddesinin bir köşesini mesken tuttu kendine. Durmadan mırıldanıyor, bazen bağırıp-çağırıyor, gelen geçenden sigara istiyor, alay eden olursa da kızıp başını duvarlara vuruyordu. Eski yaşamından aklında kalan tek anı belli ki, o görkemli doğum günleriydi... Çünkü, acıyıp para veren herkese, ''akşam otelde doğum günüm var... Sizi de beklerim... Ama sakın hediye getirmeyin, kızarım'' diyordu. O artık ''mahallenin delisi''ydi.
     Birkaç esnafın karnını doyurması dışında ona hiç yardım eli uzanmadı. Çocuklar korktular ondan büyükler de alay ettiler hep. Bazılarının alay etmekle kalmayıp defalarca tecavüz ettiği ortaya çıktığında artık çok geçti; Anne-babasının ''pamuk prensesi'', kaybolduktan yıllar sonra bir çöplükte bulundu. Defalarca tecavüze uğramış ve başı kesilerek öldürülmüştü.    
Tweet This

30 Kasım 2010 Salı

Tek başına...

Text Size : [+] | [-]
     Orta Avrupa ülkelerinden birinin küçük bir kentinde doğdu. Annesi çocuk doktoru, babası cerrahtı. İkisi de bütün katolikler gibi muhafazakardı. Saygın, ünlü ve muhafazakar bir ailenin tek kızı olmak, ona küçük yaşlardan itibaren büyük sorumluluklar yükledi. Başta anne ve babası olmak üzere bütün gözlerin üzerinde olduğunu biliyordu... Bir süs bebeği gibi giydiriliyor, şoförle okula yollanıyor, arkadaşlarıyla vakit geçirmesine izin verilmiyordu.  Hep ağırbaşlı ve başarılı olmak zorundaydı... Davranışlarına ve sözlerine hep dikkat etmeli, ailesinin saygınlığına gölge düşürmemeliydi. Oysa o özgür ve isyankar bir ruhla doğmuştu ve bu yanı 15 yaşındayken ortaya çıktı.
     Şoför tarafından okula bırakıldıktan sonra, yanında getirdiği kıyafetleri giyip, sık sık okuldan kaçmaya başladı. Önceleri yalnız gerçekleştirdiği ve sokaklarda özgürce dolaştığı bu kaçamaklara sonra bir sınıf arkadaşı da eşlik etmeye başladı. ''Suç ortağı'' kentin yine saygın ailelerinden birinin oğluydu ve çok iyi anlaşıyorlardı. Bir yandan özgürlüğün tadını çıkartıyor bir yandan da anne ve babasından gizli ''iş çevirme''nin keyfini yaşıyordu. Bu heyecanlara, kısa bir süre sonra bir yenisi eklendi; ''Suç ortağı''na aşık olmuştu.
     Artık sokaklarda elele yürüyorlar, yalnız kalmak için fırsat yaratıyorlardı. Yine okuldan kaçtıkları bir gün, sevgilisinin evine gittiler. Evde ikisinden başka kimse yoktu. O gün hamile kaldığını iki ay sonra farketti. Hamileliğini saklayamayacak duruma geldiğinde, herşeyi göze alarak anne-babasına açtı konuyu.
     Evlenmeden yaşanan cinselliğin çok büyük bir günah olarak kabul edildiği bir ailesi olduğunu, çok büyük tepki göreceğini biliyordu ama bu kadarını beklemiyordu; Babasından yediği tokat, annesinin, ''bize bu utancı yaşatmandansa, ölmeni tercih ederdim'' demesinin yanında hafif kaldı. O anda evi terketmeye karar verdi. Ertesi gün eşyalarını topladı ve veda bile etmeden çıktı evden. Bir telefon kulübesinden aradığı sevgilisi, ''annemler evde, konuşamam şimdi'' diyerek kapattı telefonu. Devletin, kendisi gibi çocuk-anneler için açtığı kurumun kapısından girerken elini karnına koydu ve ''artık sadece senin için yaşayacağım... Benim senden başka kimsem yok bu dünyada'' diye fısıldadı.
     Devlet sahip çıktı ona. Kurum'un imkanlarıyla doğum yaptı. Doğumdan sonra o kadar çok ve öyle uzun süre ağladı ki, zaten verilen psikolojik yardım artırıldı. Sağlıklı ve tıpkı kendisine benzeyen bir oğlu oldu. Kurum yetkililerinin ''evlatlık vermek istiyorsan yardımcı oluruz'' teklifini, ''onu ben büyüteceğim'' diyerek hiç düşünmeden reddetti.
     Büyüttü de... Liseyi bitirince, hemen bir iş buldu, işyerine yakın bir ev kiraladı ve oğlunu kreşe verdi. Oğlu büyüyüp babasını sorduğunda herşeyi anlattı ve babasının yıllar önce başka bir ülkeye yerleştiğini söyledi... Yalan değildi... Beş yıl önce oğlunun babası adresini bulmuş, hem adeta günah çıkartmaya hem de veda etmeye gelmişti. Uzak bir ülkeye yerleşmiş, bir daha da arayıp-sormamıştı.
     Oğlu delikanlı olduğunda iki arkadaş gibiydiler. Birlikte vakit geçirmeyi çok seviyor, fırsat buldukça ülke ülke geziyorlardı. Üniversite çağına geldiğinde, bazılarının 'çılgın' diye tanımladığı annesinin, ''ben de seninle birlikte üniversiteye başlayacağım''  demesi oğlunu hiç şaşırtmadığı gibi, annesiyle bir kez daha gurur duymasını sağladı. 
     Üniversiteden birlikte mezun oldular... Birlikte master yaptılar ve şimdi birlikte doktora yapmaya hazırlanıyorlar.   
Tweet This