30 Kasım 2010 Salı

Tek başına...

Text Size : [+] | [-]
     Orta Avrupa ülkelerinden birinin küçük bir kentinde doğdu. Annesi çocuk doktoru, babası cerrahtı. İkisi de bütün katolikler gibi muhafazakardı. Saygın, ünlü ve muhafazakar bir ailenin tek kızı olmak, ona küçük yaşlardan itibaren büyük sorumluluklar yükledi. Başta anne ve babası olmak üzere bütün gözlerin üzerinde olduğunu biliyordu... Bir süs bebeği gibi giydiriliyor, şoförle okula yollanıyor, arkadaşlarıyla vakit geçirmesine izin verilmiyordu.  Hep ağırbaşlı ve başarılı olmak zorundaydı... Davranışlarına ve sözlerine hep dikkat etmeli, ailesinin saygınlığına gölge düşürmemeliydi. Oysa o özgür ve isyankar bir ruhla doğmuştu ve bu yanı 15 yaşındayken ortaya çıktı.
     Şoför tarafından okula bırakıldıktan sonra, yanında getirdiği kıyafetleri giyip, sık sık okuldan kaçmaya başladı. Önceleri yalnız gerçekleştirdiği ve sokaklarda özgürce dolaştığı bu kaçamaklara sonra bir sınıf arkadaşı da eşlik etmeye başladı. ''Suç ortağı'' kentin yine saygın ailelerinden birinin oğluydu ve çok iyi anlaşıyorlardı. Bir yandan özgürlüğün tadını çıkartıyor bir yandan da anne ve babasından gizli ''iş çevirme''nin keyfini yaşıyordu. Bu heyecanlara, kısa bir süre sonra bir yenisi eklendi; ''Suç ortağı''na aşık olmuştu.
     Artık sokaklarda elele yürüyorlar, yalnız kalmak için fırsat yaratıyorlardı. Yine okuldan kaçtıkları bir gün, sevgilisinin evine gittiler. Evde ikisinden başka kimse yoktu. O gün hamile kaldığını iki ay sonra farketti. Hamileliğini saklayamayacak duruma geldiğinde, herşeyi göze alarak anne-babasına açtı konuyu.
     Evlenmeden yaşanan cinselliğin çok büyük bir günah olarak kabul edildiği bir ailesi olduğunu, çok büyük tepki göreceğini biliyordu ama bu kadarını beklemiyordu; Babasından yediği tokat, annesinin, ''bize bu utancı yaşatmandansa, ölmeni tercih ederdim'' demesinin yanında hafif kaldı. O anda evi terketmeye karar verdi. Ertesi gün eşyalarını topladı ve veda bile etmeden çıktı evden. Bir telefon kulübesinden aradığı sevgilisi, ''annemler evde, konuşamam şimdi'' diyerek kapattı telefonu. Devletin, kendisi gibi çocuk-anneler için açtığı kurumun kapısından girerken elini karnına koydu ve ''artık sadece senin için yaşayacağım... Benim senden başka kimsem yok bu dünyada'' diye fısıldadı.
     Devlet sahip çıktı ona. Kurum'un imkanlarıyla doğum yaptı. Doğumdan sonra o kadar çok ve öyle uzun süre ağladı ki, zaten verilen psikolojik yardım artırıldı. Sağlıklı ve tıpkı kendisine benzeyen bir oğlu oldu. Kurum yetkililerinin ''evlatlık vermek istiyorsan yardımcı oluruz'' teklifini, ''onu ben büyüteceğim'' diyerek hiç düşünmeden reddetti.
     Büyüttü de... Liseyi bitirince, hemen bir iş buldu, işyerine yakın bir ev kiraladı ve oğlunu kreşe verdi. Oğlu büyüyüp babasını sorduğunda herşeyi anlattı ve babasının yıllar önce başka bir ülkeye yerleştiğini söyledi... Yalan değildi... Beş yıl önce oğlunun babası adresini bulmuş, hem adeta günah çıkartmaya hem de veda etmeye gelmişti. Uzak bir ülkeye yerleşmiş, bir daha da arayıp-sormamıştı.
     Oğlu delikanlı olduğunda iki arkadaş gibiydiler. Birlikte vakit geçirmeyi çok seviyor, fırsat buldukça ülke ülke geziyorlardı. Üniversite çağına geldiğinde, bazılarının 'çılgın' diye tanımladığı annesinin, ''ben de seninle birlikte üniversiteye başlayacağım''  demesi oğlunu hiç şaşırtmadığı gibi, annesiyle bir kez daha gurur duymasını sağladı. 
     Üniversiteden birlikte mezun oldular... Birlikte master yaptılar ve şimdi birlikte doktora yapmaya hazırlanıyorlar.   
Tweet This

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder